Ayşe Arman'ın Hürriyet Pazar'da Kazım Kanat'la yaptığı röportajı buradan da okuyabilirsiniz.
Ey ölüm... Erkeksen burada çık karşıma...
Birkaç ay önce, hayatını değiştirmeye karar veriyor. Bir yelkenli ile bir Citroen Deux chevaux alıyor. Bir de köpek. Ver elini Bodrum. Rakı, balık, deniz vazgeçemediği keyifler. İnanılmaz, neşeli, dinamik ve diri biri. Hayatla ve kendisiyle dalga geçen biri. Küpe takmak istiyor. Çünkü onun için küpe, özgürlük, bağımsızlık demek. Bundan sonra yaşamak istediği hayatın simgesi. Artık başkaları için değil, sadece kendi dilediği gibi yaşamak istiyor. Saçını da at kuyruğu yapmak istiyor. Bir saçın o kadar uzaması, 3-4 yıl anlamına geliyor. Aslında yaşam süresini uzatabilmek için, saçını uzatmak istiyor. Bir günlük hayatı 3 günmüş gibi yaşıyor. Sabahları 6’da teknesinin kıçına oturuyor, güneşin doğuşunu seyrediyor, ne kadar muhteşem olduğunu yeniden keşfediyor. Her şeye ama her şeye farklı bir gözle bakıyor. Yapamadığı ne kadar çok şey varsa, yapmak istiyor... Neden? Çünkü 99’da bağırsak kanserine yakalanıyor, arkasından da kanser neredeyse bütün organlarına sıçrıyor. 6 ameliyat geçiriyor. Dalağı böbreği, ciğerlerinden biri ve karaciğerinin 5’te 4’ü alınıyor. Şu anda geride sadece bir akciğeri var. Ve kanser, ona da sıçramış durumda. "4 ay hastane odalarında yaşamaktansa, 2 ay burada Bodrum’da olmayı tercih ederim" diyor. Bütün tedavileri reddediyor. Ölüme meydan okuyor. "Ey ölüm, gel beni burada al kolaysa" diyor...
Bu röportaj için sizi beklemek zorunda kaldım... Hangi meyhanedeydiniz... Ne yediniz?
- Yusuf’un meyhanesindeydim, Bodrum’un en iyilerindendir. Tavsiye ederim. Karşıdaki balıkçıdan, balığı seçiyorsun, dilediğin gibi pişirtiyorsun. Aşçı Ağrılı ama sorun değil, çünkü balıkları Girit usulü pişiriyor. Parmaklarını yersin, o kadar nefis oluyor. Ben Kaya buğulama yedim. Kaya, buraya özgü, inatçı bir balık. Ben balığın bile inatçısını severim. Gider kayaların içinde saklanır, ölür ama yine de çıkmaz. İşte onun buğulamasını yedik. Bizzat gittim içeri baktım nasıl pişiriyorlar diye. Tabii ki defne yaprağını unutmadık, hafif bir zeytinyağı, domates, patates, sarmısak ve çok az soğan. Aman ha, kendi suyunda pişecek. İçine yarım bardak beyaz şarap da koyarsan, mükemmel olur...
Peki ne içtiniz?
- Sorulur mu? Herhalde rakı canım. Bodrum burası, Bodrum!
Sizin için hayatın keyifleri neler?
- İşini iyi yapmak, tekne, yelken, dostlar ve deniz tabii...
Oldum olası iyi miydi deniz ile aranız....
- Yok, hayır. Ben Maraş’ın bir köyünde doğdum. Deniz yok, nehir yok, dere yok. Bir tek suların doldurduğu kanallar vardı. İlk gürül gürül akan suyu Ceyhan Nehri’nde gördüm. 10 yaşında filandım. Küçücük çocuklar tepelerden atlayıp yüzüyorlardı, bana da sordular: "Yüzme biliyor musun?" Utandım, bilmiyorum demeye. "Tabii" dedim ve bir ağaçtan suya atladım, sonra kendimi hatırladığımda bana suni tenefüs yapılıyordu...
Peki deniz tutkunuz ne zaman başladı?
- Ortaokulu ve liseyi İskenderun’da okudum. Denizi ilk defa 15 yaşında gördüm, şok oldum. Saatlerce denize baktım ve seyrettim. Yakın arkadaşlarım vardı. İşte onlarla fırtınalı havalarda sandallarla açılır, yelken yapmaya çalışırdık. Herkes teknesini karaya çıkarmaya çalışırken, biz küçücük sandalımızdaki suyu boşaltırdık. Gençlik işte. Taa o yıllardan beri, aşırı bir deniz tutkum var. Hayatım boyuncada deniz kenarında evler tuttum. Yeter ki, biraz da olsa denizin, gemilerin, teknelerin sesini duyabileyim...
Bu arada bir de tekne almışsınız hayırlı olsun....
- Sağ olun. Birkaç ay evvel tamamen farklı bir hayat yaşamaya karar verdim. Daha doğrusu hayallerimi gerçekleştirmeye karar verdim. Hayatın en acımasız şeylerini yaşadım, şimdi de hayallerimi yaşıyorum. Var mı? Gittim kendime bir yelkenli satın aldım, bir de serseri arabası döşavo. Köpeğim de var. Kim tutar artık beni. Karım da yanımda, dostlarım da var. Artık Bodrum’da Allah ne kadar ömür verdiyse yaşayacağım. Ama istediğim gibi yaşayacağım...
KİM UĞRAŞACAK ŞİMDİ BU KANSERLE
Siz daha önce nasıl yaşıyordunuz ki?
- Kafama göre yaşadığımı söyleyemem. Ben hep geleceğe yatırım yaptım. Zaten gazeteci adam nasıl yaşayacak? Bir sürü gerilim. Herhalde onlar beni fazlasıyla yıprattı. Mesleğimi hep çok sevdim ama sıkıntılarını da çektim. Haftanın 6 günü maç var, masaların üzerinde uyurduk, teknoloji nerede o zaman, en zor koşullarda haberleşirdik. Rahatlık yeni yeni oldu. Tabii bu arada ben ailemi çok ihmal ettim, çocuğum hastalandı onun yanına gidemedim. O zaman para yüzü de görmezdik. Bir gazeteci tekne alacak parayı nereden kazanacak? Sadece evin kirasını ver, mutfak masraflarını ver, kimseye muhtaç olma. Sonra, sonra biraz değişti. Tam mesleğin keyfini sürme yaşındayken de başıma bu hastalık geldi...
İlk kanser teşhisi ne zaman, nasıl kondu?
- 99’da annem Bodrum’da tatildeydi. Abime "Benim kalbim rahatsız, beni İstanbul’da doktora götür" diyor. Benim yanıma İstanbul’a geldi. Hemen gittik hastaneye, annem muayene oldu, testler yapıldı hiçbir sorun yok. Ben de hastaneye gelmişken, "Benim de bir problemim var" dedim, "Beşiktaş kampında top oynarken kıçımdan kan geldi..." "Futbol oynarken yırtılmış, sert hareket yapmışsın" dediler, "Bu gece hastanede kal, dikelim..." Fakat bir gariplik var, herkesin suratı bir karış. Yanlışlıkla odaya gelen temizlikçi söyledi, "Abi haberin yok mu? Sen kanser olmuşsun! Bağırsak kanseri..." Nasıl yani? Sonra karım ve oğlum kendini koyverdi. Herkes ağlıyor. Arkadaşlar gelmiş, aşağısı ağlama duvarı. "Bir dakika sakin olun kardeşim!" dedim. Onları sakinleştirmeye çalışıyorum ama bir taraftan da "6. kattayız, acaba atlasam da kurtulsam mı?" diyorum, kim uğraşacak şimdi kanserle?" Bir ara sabaha karşı odada yalnız kaldım, pencereyi açtım, tam karşımda bir camii var ve birden ezan okunmaya başlandı. Bu sanki bana bir mesajdı: "Bu canı sana Allah verdi, o geri alacak!" Pencereyi kapattım ve sonuna kadar savaşmaya karar verdim.
Sonra?
- Ameliyat oldum. 9 saat süren bir ameliyat. İyi de geçti. Tüm Türkiye’ye "Kanseri yendim" dedim. Gazeteye diziler yazdım. Acayip iyiyiz, mutluyuz. Bir yıl geçti, bende tuhaf bir şeyler var, sanki vücudum bakır gibi, geceleri iyi değilim, ayaklarım ağrıyor. Tekrar doktora gittim, "Bir senedir test yapılmadı mı?" dedi, "Hayır." "Gel bir bakalım." Testler bir yapıldı ki, durum felaket. Karaciğere sıçramış. Doktorun suratı allak bullak. "En iyi ihtimalle yaşama sürem nedir?" dedim. "6 ay" dedi. "Ameliyat?" "Valla, mucize olur, çünkü hastalığın sınırları aşmış." Karı koca çıktık dışarı Cerrahpaşa’da bahçede bir taşın üzerine oturduk. Karım bir sigara yaktı, "Bir tane de bana ver" dedim, tereddüt etti, çünkü sigarayı bırakmıştım, "Ulan zaten 6 ay ömür biçiyorlar. İçmesem kaç yazar?" dedim. Ama bir nefes aldım, "Hadi kalk, savaşa devam. İçmeyeceğim..." dedim. Sonra, karaciğerden akciğere sıçradı. Ben yine ölmedim. Akciğerimi aldılar, karaciğerimin 5’te 4’ünü aldılar. Sonra böbreğe sıçradı, sağ böbreği aldılar. Son durum şu: Tek akciğerim kaldı... Ve ona da sıçramasın mı?
PORTAKAL ALIRKEN KIÇI KIRIK YAZAR OLDUM
Çok fena, çok fena...
- Ama hayat bu. Doktora gittim "Şansım ne?" dedim. "İyiyi mi kötüyü mü istiyorsun?" dedi. "Kötüyü söyle önce" deyince, "Yaşama şansın yüzde 1" dedi. "İyi ne peki?" "Yüzde 4." "Ne yapacağız?" "Savaşa devam." Kemoterapi oldum. Mucizeler yarattık, yüzde 80’e çıktı yaşama umudum, sonra birden tekrar kötüledim, 3 aylık bir kür daha yaptılar, "Son umudumuz bu" dediler. O arada, balkondan portakal alayım derken kalçamı kırdım. Ayağım kaydı, havada uçtum, kıçı kırık yazar oldum. Haydaaaa, yine ameliyat. 6 ay hastanede kaldıktan sonra, "Yeter!" dedim. Madem kanserimle ilgili de yapılabilecek bir şey yok artık, o zaman ver elini Bodrum... Şimdi bağrımı açtım, rüzgara karşı bekliyorum. 6 ay doktorlarla hastanede yaşamaktansa, 2 ay ben rakı balık ve dostlarımla yaşarım...
99’da kansere yakalandınız. Bu süre zarfında ne öğrendiniz?
- Hayat o kadar güzelmiş ki, ben hayatın ne kadar değerli olduğunu anladım. Her gün yeni bir şey öğreniyorum, tatmadığım ne duygu varsa tatmaya çalışıyorum. Ufuk’u eleştiriyorlardı nasıl gidip hayvanları öldürüyor diye, ben onu en iyi anlayanlardan biriydim, çünkü ben de yapılabilecek ne varsa, çılgınca yapmak istiyorum. Beni mutlu edebilecek her şeyi keşfetmek istiyorum. Ben hayatımın en sağlıklı dönemlerinde bunları nasıl göremedim? Şimdi yelkenlimi açıp arkadaşlarımı gezdirirken, o kadar mutlu oluyorum ki. Bir günü 3 gün gibi yaşıyorum. Güneşin doğuşunu, batışını, dolunayı, balıkları, kuşları, rüzgarın, denizin sesini farklı algılıyorum. Rüzgarı hissediyorum. Rüzgarın yettiği yere kadar zaten. Rüzgar bittiği zaman yelken de iniyor....
Ufuk’un ölümü sizi çok mu sarstı?
- E tabii. İki kanser türü var, pankreas ve akciğer, sonunda götürüyor. Onu yenen yok. Hep konuşuyorduk Ufuk’la. Ama ben zannediyordum ki, ikimiz de yeneceğiz. Ufuk savaşı kaybetti. O yüzden ben de buraya geldim. Dedim ki "Kanserle savaş alanımı kendim seçeyim. Düşmanımla kendi güçlü olduğum yerde savaşayım. En güçlü olduğum yer de burası, denizin üstü..."
Tören-mören bir şey düşündünüz mü?
- Tabii ki arkamdan neler konuşulacağını merak ediyorum. Dinleyemeyeceğim, orada olamayacağım için de üzgünüm. Ufuk’ta gördüm çünkü, cenaze günü arkasından ağlayanların yarısı, hayat boyu onun aleyhine konuşmuştu. Kesinlikle benim ölümümde de böyle olacak. Ama önemli değil...
KİMMİŞ APTAL
Ben tembel bir öğrenciydim. Düşünün matematiğim 1, liseyi bitiremiyorum. Matematik hocamızın adı Molla Bey’di. Bir gün elinde kırmızı boya okulun duvarına, "Bu okulun en aptal öğrencisi Kazım Kanat" yazdı. Kendimi nasıl kötü hissettim, anlatamam. Ama sağ olsun beni seven arkadaşlarım vardı, gece gündüz çalıştırdılar, matematikte okul birincisi olarak mezun oldum. Molla öğretmen, "Eğer sen bu okulu bitirebilirsen, ben bu yazıyı dilimle silerim" demişti. Bütün okul adamın bunu yapmasını istedi, çıktı sadece dilini değdirdi. Ama o da bir şeydi. Ben Molla Öğretmeni öldürmek için planlar yapmıştım. Motosikleti vardı, gizlice frenlerini boşaltacaktım ya da dinamit bağlamayı düşündüm, motoru çalıştırdığında havaya uçacaktı. Ama sonra fark ettim ki, o öğretmenin o yazısı, benim için hayatımın dönüm noktası oldu. O gün anladım, bir şeyi başarmak istiyorsan, çalışacaksın. Armut piş ağzıma düş yok...
BIRAK KENDİLİĞİNDEN DÜŞSÜN
Hayır teslim olmak yok. Ama yapılabilecek hiçbir şey de kalmadı. Adamın biri doktora gitmiş, "Neyim var?" demiş. "Frengi" demiş doktor. "Peki ne yapacaksınız?" "Keseceğiz." "Olur mu öyle şey" demiş. Bir başka doktora gitmiş, "Nedir durumum?" Yine "Frengi, keseceğiz." Başka bir doktora gitmiş, "Sen de mi keseceksin?" "Hayır, hayır" demiş, "Niye keseyim, harikasın." "Peki ne olacak?" "Merak etme, kendiliğinden düşecek..." Benim durumum da işte böyle...
UĞURUM KARIMIN KOLYESİ
İlk ameliyatta, karım boynundan kolyesini çıkarttı, koluma taktı, öbür tarafa gidiyorum ya, istiyor ki ondan bir şey olsun yanımda. Ameliyat çok iyi geçti, o kolye benim uğurum oldu. Bir tek ameliyatta takmadım, onda da az kalsın ölüyordum...
ÖLÜMLE TANIŞIRIM
Ölüm beni tanır, arkadaşım gibidir. Pek çok kez beni yoklamış, ama hep yanımdan teğet geçmiştir. Çocukken kamyon geçti üzerimden. Ben tam ortasında kaldım, mucize eseri bir şey olmadı. Sonra askerde paraşüt komandosuydum, paraşütü yanlış bağlamışım, öyle atlasam bittiydi, son anda fark edildi. 99’dan beri kanserim. Neredeyse, bütün organlarımı aldılar. Geriye bir akciğerim kaldı. Kanser ona da sıçradı. Hálá hayattayım. Bende oldum olası bir gariplik vardır yani.
Yorumlar